
baştan alıyorum. bu öğlen warszawa'ya (alışmak için böyle yazıyorum yoksa bildiğin varşova) geldim. uçakta geçirdiğim korkunç zamanları anlatmak istemiyorum. ırkçısın diye üstüme saldırırsınız. çok dinlemek isteyen varsa özelden mesaj atsın (ahahah) neyse. atatürk havalimanında başladığım bir misyonum vardı. clinique'in şu 3lü setini denemek için en makul fiyat hangi ülkede ya da duty free'deyse ordan alıp bir test atışı yapacaktım. dolayısıyla istanbul duty free'de fiyatlara şöyle bir baktım. not ettim. uçağa bindim. varşova'ya indim. o da ne? duty free yok. ya da çok iyi saklamışlar. ama bence hakkaten yok. dolandım durdum bulamadım. bir de burası öyle bir yer ki insanları ortalıkta birşeyler aranaraktan gezen birinin yanına gidip de assssssla noldu ne var ne arıyorsunuz diye sormuyor. dolayısıyla kaşınmazsanız asla bir şey öğrenemiyorsunuz. örneklerini yazının ilerleyen bölümlerinde anlatmaya niyetliyim şimdilik kısa kesiyorum.
neyse duty free'siz havalimanından rekor bir sürede (uçağın kapısından çıkmamla taksiye binmem arasında 15 dk yoktur bile- ki bunun içinde valiz bekleme seansı da var) çıkarak otele gitmek üzere 90lı yılların ortalarından kalma bir mercedes taksiye bindim. kryzstof amca muhatap olduğum ve ingilizce bilmeyen ilk insandı. otelin ve bulunduğu caddenin adını yarım yamalak söyledim. o da, "veraryufrom" dedi; istanbul dedim. sonra gaza gelip arkadaş canlısı istanbullu taklidi yapmaya çalıştım ama ortak konuşabildiğimiz bir dil olmadığından hevesim kursağımda kaldı. neyse bunun daha oteldeki resepsiyon görevlileri vardı ne de olsa. üzülmedim. şen şakrak taksiden inip otele geldim, resepsiyona yanaştım. ama o da ne. bariz polonyalı olmadığım halde benimle anadillerinde konuşmaya ısrar eden bir takım sarışın hatunlar. madam aşağı madam yukarı. "e tabi de , I dont speak polish?" "huh ok madam passport pliiiz" bu kadar yani. yine de moralimi bozmadım. odama çıktım tıngır mıngır. herşey pek hoş falan ama yeterince sosyalleşemedim diye de içim içimi yiyor. alırsın telefonu ararsın resepsiyonu.
- internete bağlanıcaağdım kabloyu da taktım ama bişiler sordu para mara zloty bişiler diyo? nası giriyoz buna ?
- e madam tv nin üstündeki kartonda yazıyo?
-arkadaşım orda cable tvden internet movie izleme olayı yazıyo ben kendi laptopumla gircem kablo takılı hazırım? ne kadara patlıcak sen onu söyle? bi saat mi aliim tüm gün mü onu anliim?
- oh madam (hay madam kadar başına taş düşsün) sizin şirket sınırsız interneti ödüyor.
oh la la! hiç bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. yoksa az buz değil günlük internet için 40 euro falan ödemem gerekebilirdi. neyse bu internet olayını da tarzanca da olsa bir şekilde atlattıktan sonra içim içime sığmadığından dışarı attım kendimi. neden bu heyecan diyeceksiniz, çünküüüüü odamın penceresi direk sokağın karşısındaki alışveriş merkezinin H&M tabelasına bakıyor. nasıl bir dürtüdür hatun kişiler anlayabilir. zaten kurt gibi de açtım. geçtim karşıya girdim heyyula gibi avm'nin içine. bu arada hakkaten istinyepark gibi bir yer burası. koccaman ama çok ferah. tavanı falan çok güzel anlatamayabilirim ama böle üçgen üçgen camlardan dome gibi birşeyler yapmışlar çok fantastik. neyse.
girdim içeri. bir bir mağazaların içine girip bakınıyorum. kafamda henüz zloty-ytl çevirimini yapmamışım. ytl olarak fiyatını bildiğim şeylerin zloty olarak ifadelerini anlamaya çalışıyorum. bu arada da bir şey dikkatimi cezbetmeye başladı; onca mağazada bir sürü ürün mıncıkladım, evirip çevirdim, potansiyel müşteri gibi davranıyorum falan ama kimse gelip de buyrun nasıl yardım edebilirim demiyor. bir iki üç hadi neyse derken artık misyonumu tamamlamak için douglas'a girip de fellik fellik satış görevlisi arama durumuna düşünce "eh be bu ne böyle" dedim. bizde olsa saniyesinde dibinde biterler rahatsız olursun ya burda fiyat soracak adam arıyorsun, ilgilenen yok. neyse güç bela birilerini buldum ama bu sefer de dil problemiyle karşılaştık. "how much?" diyorum aval aval yüzüme bakıp, "anlamıyorum yardım bulmam lazım" ifadesi yapıyor. korkunçtu sonuç olarak. ayrıca da buraya mı özgü bilmem ama douglas boyner kozmetikten bile pahalı sanırım. sanırım diyorum çünkü halen ytl-zloty çevriminde muvaffak olamadım.
inatçı insan kimliğimle bu şekilde saatlerce dolandıktan sonra, biraz da artık enerji kaybı yaşamaya başladığımdan yemek yemeye karar verdim. bu sefer de, geleneksel polonya yemeği takılayım dürtüsüne yenik düştüm. bizdekilerden koşullandığım üzere en üst kata food courta çıktım. o da ne? KFC, burger king, italian pizza, light salat vs. kardeşim bunlardan istanbulda zaten it sürüsü kadar var, buralarda yiyip de sonra arkamdan oralara kadar gidip de burger yedi dedirtmem. avm çok büyük ve fast food olmayan restoranımsılar da farklı katlara gelişi güzel dağılmış olduğundan, adam akıllı yemek yiyecek bir yer bulmam nerdeyse bir yarım saatime mal oldu.
bu arayışımda da bir kaç dükkana girip tezgahtarlara "traditional polish food?" diye sorduğumu da tahmin edersiniz herhalde. yurtışındaki bir kip, 10 reha muhtar soru gücünde olabiliyor. sonunda sphinx adında son derece geleneksel olamayan ama şıkımsı bir restorana girip, "bana bir şey önerin yoksa az kaldı ölüyorum açlıktan" dedim. yediğim et fevkaledenin de fevkinde güzeldi. resmi de ahanda burda. bu arada inatla shendy içen ben, yoğun polonya birasına hasta oldum. enterestinkkk. sonuçta kafamdaki hiçbir şeyi gerçekleştirememiş olsam da makul bir fiyata (tahminen 26 ytl) resimdeki 10 adam doyurabilecek yemeği yemiş oldum; bu da birşeydir.
bu arada yabancı bir ülkede en zevk aldığım şey supermarkete gidip ıvır zıvır almak olduğundan, otele dönerken bir adet cherrycoke, bir adet x*, bir karton bardakta polish americano (bildiğin filtre kahve) aldım. kehkeh.
bugünkü fiyaskoyu polonyalıların henüz beni tanımamalarına verdim. ama eğer yarın muhatap olacağım insanlar da bugün karşılaştığım genel hal ve tavırda olurlarsa çok feci bir önyargı bu ülkeyi bekliyor haberleri olsun.
bu kadar uzun yazdığım için okuyanlardan özür dilerim. =)
neyse duty free'siz havalimanından rekor bir sürede (uçağın kapısından çıkmamla taksiye binmem arasında 15 dk yoktur bile- ki bunun içinde valiz bekleme seansı da var) çıkarak otele gitmek üzere 90lı yılların ortalarından kalma bir mercedes taksiye bindim. kryzstof amca muhatap olduğum ve ingilizce bilmeyen ilk insandı. otelin ve bulunduğu caddenin adını yarım yamalak söyledim. o da, "veraryufrom" dedi; istanbul dedim. sonra gaza gelip arkadaş canlısı istanbullu taklidi yapmaya çalıştım ama ortak konuşabildiğimiz bir dil olmadığından hevesim kursağımda kaldı. neyse bunun daha oteldeki resepsiyon görevlileri vardı ne de olsa. üzülmedim. şen şakrak taksiden inip otele geldim, resepsiyona yanaştım. ama o da ne. bariz polonyalı olmadığım halde benimle anadillerinde konuşmaya ısrar eden bir takım sarışın hatunlar. madam aşağı madam yukarı. "e tabi de , I dont speak polish?" "huh ok madam passport pliiiz" bu kadar yani. yine de moralimi bozmadım. odama çıktım tıngır mıngır. herşey pek hoş falan ama yeterince sosyalleşemedim diye de içim içimi yiyor. alırsın telefonu ararsın resepsiyonu.
- internete bağlanıcaağdım kabloyu da taktım ama bişiler sordu para mara zloty bişiler diyo? nası giriyoz buna ?
- e madam tv nin üstündeki kartonda yazıyo?
-arkadaşım orda cable tvden internet movie izleme olayı yazıyo ben kendi laptopumla gircem kablo takılı hazırım? ne kadara patlıcak sen onu söyle? bi saat mi aliim tüm gün mü onu anliim?
- oh madam (hay madam kadar başına taş düşsün) sizin şirket sınırsız interneti ödüyor.
girdim içeri. bir bir mağazaların içine girip bakınıyorum. kafamda henüz zloty-ytl çevirimini yapmamışım. ytl olarak fiyatını bildiğim şeylerin zloty olarak ifadelerini anlamaya çalışıyorum. bu arada da bir şey dikkatimi cezbetmeye başladı; onca mağazada bir sürü ürün mıncıkladım, evirip çevirdim, potansiyel müşteri gibi davranıyorum falan ama kimse gelip de buyrun nasıl yardım edebilirim demiyor. bir iki üç hadi neyse derken artık misyonumu tamamlamak için douglas'a girip de fellik fellik satış görevlisi arama durumuna düşünce "eh be bu ne böyle" dedim. bizde olsa saniyesinde dibinde biterler rahatsız olursun ya burda fiyat soracak adam arıyorsun, ilgilenen yok. neyse güç bela birilerini buldum ama bu sefer de dil problemiyle karşılaştık. "how much?" diyorum aval aval yüzüme bakıp, "anlamıyorum yardım bulmam lazım" ifadesi yapıyor. korkunçtu sonuç olarak. ayrıca da buraya mı özgü bilmem ama douglas boyner kozmetikten bile pahalı sanırım. sanırım diyorum çünkü halen ytl-zloty çevriminde muvaffak olamadım.
inatçı insan kimliğimle bu şekilde saatlerce dolandıktan sonra, biraz da artık enerji kaybı yaşamaya başladığımdan yemek yemeye karar verdim. bu sefer de, geleneksel polonya yemeği takılayım dürtüsüne yenik düştüm. bizdekilerden koşullandığım üzere en üst kata food courta çıktım. o da ne? KFC, burger king, italian pizza, light salat vs. kardeşim bunlardan istanbulda zaten it sürüsü kadar var, buralarda yiyip de sonra arkamdan oralara kadar gidip de burger yedi dedirtmem. avm çok büyük ve fast food olmayan restoranımsılar da farklı katlara gelişi güzel dağılmış olduğundan, adam akıllı yemek yiyecek bir yer bulmam nerdeyse bir yarım saatime mal oldu.
bu arada yabancı bir ülkede en zevk aldığım şey supermarkete gidip ıvır zıvır almak olduğundan, otele dönerken bir adet cherrycoke, bir adet x*, bir karton bardakta polish americano (bildiğin filtre kahve) aldım. kehkeh.
bugünkü fiyaskoyu polonyalıların henüz beni tanımamalarına verdim. ama eğer yarın muhatap olacağım insanlar da bugün karşılaştığım genel hal ve tavırda olurlarsa çok feci bir önyargı bu ülkeyi bekliyor haberleri olsun.
bu kadar uzun yazdığım için okuyanlardan özür dilerim. =)
*kızlara özel anlatılacak birşey.
4 comments:
gelismeleri helecanla takip ediyoruz yase! Uzun yaz, uzun...Okumasi daha zevkli :))
eheheh ne keyifli anlatmışsın :) gel de şu kızlara özel anlatılacak bir şey kısımlarını konuşalım :) hem bak benim ruhsal durumum da düzeldi :P
ya kızlara özel işte böyle commentle anlatılmaz.=) ama türkiyede olmayan, neden olmadığını da anlamadığım çok ucuz ve çok pratik bişi olduğunu söyleyebilirim=)
Post a Comment